GİRİŞ | İSMAİL HAKKI ALTUNTAŞ

GİRİŞ

Cevap bırak

GAVS-ÜL ÂZAM İHRAMCIZÂDE HACI İSMAİL HAKKI TOPRAK NAKŞÎ-HÂKÎ TARİKÂTI ve İLM-İ LEDÜN SIRLARI KİTABINDAN

بســـم الله الرحمن الرحيم

الحمد لله رب العالمين والصلاة والسلام على رسولنا محمد وعلى اله وصحبه وسلم اجمعين

Mürşid-i kâmil olunca nâ-yâb (olmayınca)

Sana mürşid yetişir şimdi kitâb.

İnsandan maksat ancak insân-ı kâmildir. İnsan-ı kâmil,[1] Hakk ve hakikâte vesiledir. O âlemin nurudur. O Allah Teâlâ’nın tecelli sureti ve âlemin hakikâtlerini kendinde toplayandır.

İnsan mazhar-ı tâm’dır. Yani, Hakk’ın bütün kud­retlerinin zuhuruna mahal olabilecek mahiyettedir.[2]

İnsân-ı Kâmil Beytullah’dır. Bütün ilâhi isim ve sıfatların ahkâ­mı, fiilleri ondan zahir olur. Allah Teâlâ âleme onun nazarıyla bakar ve onun mevcudiyeti ile merhamet eder.

İnsan-ı Kâmil’in kemâli yalnız ilmen değildir. O Allah Teâlâ’nın zâtının birliğini keşfiyle idrak eden kimsedir.

İnsan-ı kâmil’den daha mükemmel bir mevcûd yoktur. Bu dünyâda, insanlar arasında olgunluğa, mükemmelliğe ulaşamayanlar, bir hayvân-ı nâtık (konuşan hayvan)’dır; herhangi bir suret’in cüz’üdür; insanlık derecesine ulaşamaz. Aksine onun insanlığa nisbeti, bir ölü’nün insanlığa olan nisbetidir. Şu halde o, hakiki manada değil, şeklen insandır….”

“Mâsivallah’da Allah Teâlâ’nın gölgesi, insan-ı kâmil’dir…”

İnsan-ı kâmil, O’nun suretinde yaratılmıştır…”

“Yaratıklar konusunda meleklerden daha şereflisi yoktur. Bununla be­raber Allah Teâlâ, kendi isimlerini ona öğretmekle, insân-ı kâmil’i, meleklere üstün kılmıştır..”

“Allah Teâlâ, insân-ı kâmil’i yaratınca, ona ilk akıl mertebesini vermiştir…”

“Allah Teâlâ’yı ancak insan-ı kâmîl bilir. Çünkü o, Allah Teâlâ’nın tecellî ettiği yer­dir.”

“İnsân-ı kâmil’in ehadiyetini, Hakk’ın ehadiyeti ile çarptı­ğın zaman, sende ancak bir ehadiyet kalır…” (1 x 1=1)

İnsân-ı kâmil, ferdiyet’de ilkdir…”

İnsân-ı kâmil ki, kendi zâtıyla Rabb’ine delâlet eder… İşte bu insan-ı kâmil, hedef itibariyle evvel (ilk), fiil (eylem) bakımından âhır (son); harf (söz) itibariyle zahir (açık) ve mânâ itibariyle de bâtın (gizli)’dır. Ve o insan-ı kâmil, tabiat ve akıl arasını bir araya getiren, toplayandır. Cisimlere hâkim olan maddelerden tecerrüd dahi onda bulunur. Oysa bu, ondan başka yaratıklarda yoktur. Allah Teâlâ’nın âlem’deki hükmü, insân-ı kâmil ile zahir olmuştur..”

İnsan-ı kâmil, kâinata Allah Teâlâ’nın gözü ile bakar. Bir kudsî hadisde Allah Teâlâ der ki; Ben onun gördüğü gözüyüm…”

“İnsan-ı kâmil, kendi başına bu âlemdeki gâyedir. Bu mükemmellik, Hz. Âdem’de zahir olmuştur…”

İnsân-ı kâmil, ancak Hakkın sûreti’yle kemâle ermiştir. Tıpkı, yaratılışı tâm olmasa dahi, ancak oraya bakan bir kimsenin suretinin tecellisi ile kemâle eren bir ayna gibi..”

Böylece “Allah Teâlâ, İnsan-ı kâmil’i kendi suretinde yarattı. Ve onun mertebesini melekler’e tarif etti. Ve onlara haber verdi ki, insan bu âlemde Allah Teâlâ’nın halîfe’sidir Göklerde ve dünyâda bulunanların hepsini, onun em­rine musahhar kıldı. Hakk bundan sonra da kendisini gizledi. Çünkü kendisine halef olacak kimsenin zuhuruyla, nâib’in artık bir hükmü yoktur… Allah böylece, gözler’den gizlendiği gibi basiret’lerden dahi gizlendi. [3]

İnsân-ı kâmil nefsin tehlikelerinden kurtulduğu için ihlâsı büyük iksir gibi­dir. Bir ameli yüz bin amel yerine geçer.

İnsan-ı Kâmil bin dünyaya değer. Misk kokusu gibi, diğer kokulardan kuvvetlidir.

İnsan-ı kâmilin izinde olanlar ve sülûk gö­renler bu gelişmeye ve kemale mazhar olurlar. Bu nedenle;

Çok az kişi ise, insanlığın en şerefli, en yüce mertebelerine ermiş kâmil ve mükemmil, âlî zevata kavuşmak, onların mübarek ellerini öpüp himmetlerini kazanmak, onların güneş ışığı gibi olgunlaştırıcı nazarları ve sohbetleri ile kimi az, kimi daha çok ölçüde nefislerini tanıyıp terbiye edebilmek mazhariyetine kavuşurlar. Ahmed Âmiş kuddise sırruhu’l-azîz Hazretleri tarîkat ehli için buyurdu ki;

“Yedi göbek yukardan, yedi göbek aşağıdan kabul edilmiş” bahtiyar kullardır. Derece derece, bu kişilerden kimi bilir, kimi bulur, kimi olur. En az nasîbdar olanı bile, bu yüce zevatın nazarlarına mazhar oldukları için akıbetleri İnşâallah hayra çevrilir. [4]

İnsanın kemâli de Allah Teâlâ’yı, nefsini ve İnsan-ı kâmili tanımasındaki kemâle bağlıdır.

İşte bu eserin esasen mevzunu oluşturan bu yolun esas gayesi de nefsi terbiye etmek ve kalbi saflaştırmaktır.

Ehl’u-llâh bir nuru hakikâttir.  Bu nura pervane olanlar sonunda vuslat şarabını içerler. Bu sebeptendir ki, Cüneyd-i Bağdadî kuddise sırruhu’l-azîz[5] Hazretlerine sormuşlar;

Evliyanın sözleri ve hikâyelerinden bir menfaat temin edilir mi?

Evet. Bu yolda sabırlı olmak, müşahede ve kuvveti kalb husule getirir. Kur’an-ı Kerim’de “Biz sana Peygamberlerin kıssalarını anlatarak kalbini tatmin ve tespit edeceğimiz her çeşit kıssayı sana anlatıyoruz” buyrulmadı mı? Cevabını vermiştir.[6]

Yazılı eserler insan-ı kâmile bir yoldur.[7] Ancak tasavvuf ilmi ve hakikî irfan söz ile tahsil edilmez, konuşan Kur’an-ı Kerim olan insandan talim olunur.

Bu açıklamalardan anlaşılır ki; Kâmil bir mürşide ulaşmak, onunla ko­nuşmak ve sözlerinden istifade etmek gerekli olmakla beraber; böyle bi­rine rastlanmadığı takdirde, geçmiş mürşitlerin sözlerinden istifade ede­bilmek için tasavvuf kitapları okumak da faydadan hâli değildir, hatta zaruridir. İşte bu türlü görüş ve düşünüşlerden dolayıdır ki, birçok mutasav­vıflar yazılı bir tek satır bırakmamışlar; bir kısmı da pek az eser yaz­mışlardır.[8]

“İnsanda yenilik meyli bir taraftan ruhun temayüllerindeki son­suzluktan, diğer taraftan da her gün oluşan hayatın, hâdiselerin ye­nilikleri içinde devam edip gitmesinden dolayıdır. Devamlılık içinde ye­nilenme, yenilenme içinde devamlılık. İşte nefsin aradığı budur.” [9] Hakikâte seyr-i sülûk etmek bu yolda mürşid veya kitabla olsun gereklidir. Niçin diye bir soru sorulursa, bunun cevabı: zamanla insan aslından yabancılaşır, aslını unutur. [10] Medeni denilen insanlarda dahi yozlaşmanın olması, insanın kendi başına kalması ile bozulmanın yani nefsânî duyguların ön plana çıkması neticesi ile terbiyeye muhtaç olduğu aşikârdır. İnsanın kurtuluş için kendi başına bulduğu çareler ise, efsanelere ve safsatalara yol açan nedenler olur.[11]

Neticede insan nefsinin esiri olur. Bir insanın kaybedilmesi nesilleri, nesiller milleti ve devleti yok eder. İnsanı-ı Kâmiller ise, bu yolda en çok muhtaç olunan zarurî kişilerdir.

Yolcuysan, yoldaysan, sana yol açarlar.
Yok olursan sana varlıkla yönelirler.

Züleyha, her taraftan kapıları kapadı ama Yusuf’ta hiçbir hareket görünmedi. Kilit ve kapı tekrar açıldı, yol göründü. Çünkü Yusuf, Rabbine dayanmıştı, her yana dönüp dolaşmaktaydı. Âlemde bir yarık görünmemekte ama Yusuf gibi hayran bir halde her yana koşup gelmek gerek ki, kilit açılsın, kapı görünsün, mekânsızlık size yer olsun.

Ey imtihan olan kişi, âleme geldin ama geldiğin yolu hiç görmüyor musun?

Sen bir yerden, bir yurttan geldin. Geldiğin yolu bilmiyor musun, hayır, değil mi?

Mâdemki bilmiyorsun, yol yok deme. Bu yolsuz yoldan bize gitmek görünür. Rüyada neşeli bir halde sağa, sola gitmektesin. O meydanın yolu nerede biliyor musun? Sen gözünü kapa, kendini teslim et de kendini o eski şehirde göresin. Fakat gözünü nasıl kapatabilirsin ki, yüzlerce mahmur göz, senin gözünü kapatmadan seni senden almakta. [12]

[1]—Sözlükte, olgun, ergin ve üstün insan demektir. Istılahta ise, Allah Teâlâ’nın zât, sıfat, isim ve fiilleriyle en mükemmel biçimde kendisinde te­cellî ettiği insandır.

[2]—Selim Divane, Sadıkların Müşkillerinin Anahtarı, Ahmed Sadık Yivlik, İst, 1998, s.74

[3]—KEKLİK, Nihat, El-Fütuhât El- Mekkiyye Kriterleri, İst, 1990, s. 438

[4]—GÜNEREN, M.Fatih, Halvetiyye-i Şabâniye Âzizânın Hikmetli Sözleri ve Hatıralarım, İst, 2003, s. 2

[5]—Kaddese’llâhü sırrahu’l azîz- Kuddise Sirruhu’l Aziz:

Daha çok Allah Teâlâ’nın sevdiği kullar olan evliyâdan birinin ismi anılınca veya yazılınca, onun sırrı (içi) temiz ve mübârek olsun mânâsına söylenen veya yazılan duâ, hürmet ve saygı ifâdesi.

İki kişi için “Kuddise Sırruhumâ” ikiden çok için “Kuddise sırruhum” denir.

Tezkiretü-l Evliya’da “Sırrı olmayan muzırdır” ibaresi geçmektedir. (Feridüddin Attar, Tezkiretü-l Evliya, hzl. Süleyman ULUDAĞ, Bursa, 1984, s.59)

Gavs-i Hizani kaddese’llâhü sırrahu’l azîz buyurdu: “Bir gün şeyhim Seyyid Taha kaddese’llâhü sırrahu’l azîzden sordum. Nefahat’te olduğu gibi bazı meşayıh için “takdis” bazıları için “rahmet” ile dua okunmasının sebebi nedir?

Buyurdular ki; “nefsinden tam kurtulan için “Kaddese’llahu sırrahu” nefsinden bir şey kalan için “Rahmet’ul-lahi Aleyh” diye dua edilir.”

Gavs kaddese’llâhü sırrahu’l azîz Hz. şeyhinin bu cevabını anlattıktan sonra buyurdular:

“Nefsinden tamamen kurtulmak irşadın şartı değildir. Kendisine rahmet okunan çok kişiler, irşad makamına geçmiş, doğru yol üzerine yürümüşler ve insanlara faydalı olmuşlardır.” (Gavs-i Hizani Seyyid Sıbgatullah-el Arvasi, Minah (Vergiler), İstanbul, Aralık 1996, s.55 Minah: 33)

Evliyaullahın hepsinde bazı hususiyetler olduğu rivayetler arasındadır. Mesela:

Ali Usta, Şeyh Şerâfeddin kuddise sırruhu’l aziz Efendiye

Senin de böyle bir hassan yok mu Şeyhim?” dedim.

Var,” dedi. “Nakşibendî meclislerine, bizi anarak diz çökmüş herkese şefaat etmek; ikincisi çocuklara Levh-i Mahfuz’da kayıtlı olan isimlerini vermek; üçüncüsü bana ait olan müridanın ömrünü eksik veya ziyade etmek yetkileri, bana verilmiştir.” (Ali Usta’nın Hatıraları)

[6]—Tezkiretü’l-Evliya s.47-Lâmiî Çelebi, Nefâhatü’l-Üns Tercümesi Abdurrahman Camî, hzl. Süleyman ULUDAĞ, Mustafa KARA, İst. 1998, s. 148

[7]—Müfti’y-üs-sakaleyn denilen meşhur Osmanlı şeyhülislâmı ve büyük Türk âlimi İbn-i Kemal de kitap okumayı kastederek:

Cem-i kütüple ref-i hucüp kabil olmadı;

Bildim ki, maksut bilmek imiş;  okumak değil!

Türkçesi

(Bütün kitaplarla gizlilikleri kaldırmak mümkün olmadı.

Bildim ki, son hedef bilmek imiş, okuma da değil.)

[8]—ERGİN, Osman Nuri; Balıkesirli Abdülazîz Mecdi TOLUN Hayatı ve Şahsiyeti, İstanbul, 1942, s: 78–79 (Konu geniş şekilde açıklanmaktadır.)

[9]—YAZIR, E. Hamdi, Metâlib ve Mezâhib, XLVII.

[10]—İbn-i Haldun demiştir ki; “Bu hayatın bir sonucu olarak daima talep ve ihtiyaçlar arkasından koşmak, birbiri ardınca ahaliyi yorar, üstelik bu tekellüflerin çok olan çeşitlerinden birini elde ettikten sonra, nefis diğer çeşitlerini de arzu eder. Bunun tesiri ile fısk ve fücur artar, meşru ve gayrimeşru yollarla geçinme vasıtalarını elde etmek üzere türlü çarelere başvurur.” (ÇETİN, Mahmut, X İlişkiler, İst. 2000, s.15, Yabancılaşma-İnsana Karşı Toplumsal Süreç; Dr. Sadık Kılıç Rahmet Y. İstanbul 1984 sf. 35)

Şehirliler bu dünyanın nimetlerine aşırı meylettiklerinden, zevk ve eğlencelerle çok meşgul olduklarından ve şehvetlerini tatmin etmeye yöneldiklerinden zamanla ne­fisleri kirlenmiş ve bu kirlilik oranında da iyi ve hayırlı şeylerden uzaklaşmışlardır. Hatta utanma duyguları bile gitmiştir. Birçoğunun meclislerde, büyüklerinin arasında ve mahremlerinin yanında son derece çirkin küfürler ettiğini ve utanma duygusunun on­ları artık bu gibi çirkin davranışlardan alıkoyamadığını görürsün. Çünkü sözlü ve fiili olarak yapa geldikleri çirkin ve kötü şeyler onları buna iyice alıştırmıştır. (İbn-i Haldun, Mukaddime, trc. Halil KENDİR, İst, 2004, s. 163 )

“Kötü alışkanlıklarımız, erdemlerimizden da­ha çabuk küreselleşiyor.” (Alvin TOFFLER-HeidiTOFFLER, Zenginlik Devrimi, trc. Selim YENİÇERİ, İst, 2006,  s.112)

[11]— “İnsanı, insanlıktan uzaklaştırmak; insanın, insan dünyasına ‘efsane’ demek, insan ile hayvan arasındaki farkı idrak edememek demektir. ‘İnsan efsanesini’ yıkarak, ‘hayvan insanı’ mutlu etmek” çabasına girerler ki, bu, oluş gereği imkânsız bir durumdur.”  (ÇETİN, Mahmut, X İlişkiler, İst. 2000, s. 15, Kendini Arayan İnsan; S. Ahmed Arvâsî Burak Y. İstanbul b. tarih 5. bs. sf. 150)

[12]—Mesnevi, c.5, b. 1104–1114


Categories:

Tags: